26 Eylül 2013 Perşembe
yeni bir şey yok
artun yeres’ e
sobanın başında oturuyorduk josephine’le. yemekten yeni kalkmıştık. odunlardan
gelen çıtırtıları dinliyorduk kahvelerimizi içerken. aniden, "ne düşünüyorsun edward ? "
dedi jo. "bilirsin" dedim, "aynı şeyler."
"çıkıp yürü biraz istersen " dedi, "ama biliyorsun yeni bir şey yok ."
jo evde kaldı. ılık bir rüzgar vardı şehirde dolaşan. bu kaçıncı gelişimiz acaba new-york’a
diye düşündüm sigaramı yakarken. her şey sessizlik içindeydi şehirde. loş ışıklarla
yıkanıyordu evler, odalar. nelerin eksik olduğunu biliyordum bu evlerde;
kendi yaşantımdan.
rüzgar bacaklarıma bir gazete parçası doladı. günün tarihine baktım. 22 ağustos 1942.
sonra sayfadaki sinema ilanları ilişti gözüme. belki de bir filme gitmeli.
arka sokaktaki sinemanın önünden geçerken afişe baktım.
'malta şahini' oynuyordu. geçen sene jo ile birlikte görmüştük. gişede bir kadın vardı,
önünde iki kişi bilet alıyordu.
film yeni başlamıştı girdiğimde. yer gösterici kız yerimi bulmama yardım etti.
sonra gidip duvara yaslandı. filmi seyrediyor mu diye baktım. hayır, başı öndeydi.
içeride sekiz on kişi ancak vardı. hiçbiri de çift değildi. belki de bogart’ın son
filmine gitmeliydim. neyse, ona da jo ile gideriz diye düşündüm sonra.
rüzgar kesilmişti çıktığımda. gidip bir fincan kahve içmeli. arada bir jo ile oturduğumuz
yere uğradım. servis yapan çocuk dışında içeride bir kadın ve bir adam daha vardı. ben uç
tarafa doğru otururken çocuk adama "sigaranı yakayım mı patron ? " diye sordu.
adam sönmüş sigarasının üzerinden tezgahın içerisine bakıyordu. belli belirsiz başını salladı:
"hayır, bırakmaya çalışıyorum." kadın sağ elinde tuttuğu şeyden çok tırnaklarına bakıyordu.
öylesine.
kendime bir kahve söyledim. göz ucuyla onlara baktım. aralarında hiç konuşmuyorlardı.
kadının tezgaha dayadığı kolunun adama yönelik yakınlığı, adamın kadınla arasına indirdiği
sol kolunun yarattığı samimiyet bana bir çift olduklarını düşündürttü. kahve susatmıştı.
bir bardak su içtim sonra. dönüş yolunda, çocuğun bir ara sarı kapıdan çıkıp geri dönmesi
arasında, adamın kadına "kardeşin olmasa çoktan kovmuştum bu salağı" dediği geldi aklıma.
kadın bir şey söylememişti.
eve girdiğimde jo ayaktaydı. yemek masasının üzerine meksika haritasını sermiş, yollara
bakıyordu. "uzun bir yolculuğa ne dersin ed" dedi, "araba ne zaman çıkıyor tamirden ? "
"bu salı " dedim.
gülümsedi.
biliyorduk. yoktu yeni bir şey .
uygar asan
mart 2003
not:
ilk yayımlanış: doxa, sayı: 3, ekim 2006
ikinci yayımlanış: 9 aralık 2010, "açık hava" blog
sıcak toprak
daralıyor, genişliyor. daralıyor, genişliyor.
odalar buruşuk, toprak sıcak. duvarlarda tanguy,
varese biliyor.
rüzgâr çıkıyor. dinsiz bir çello süiti giriyor kadraja.
çevirip başlarını başka bir yöne,
“işte çölün ardına açılan kapı” diyorlar.
”elişinden bir kolaj bu!” diyorum,
gülüyorlar.
güneş yakıyor. iskelede birkaç tahtada bir boşluk,
aritmik. sessizliğin buna denk düştüğü bir solo kuruyorum;
akıp gitsin diye duvarlardan bu kum kokusu.
SON SÖZ :
çöl nefese yapışır, pelteye döner et.
sürgününe çıkar pul koleksiyoncusu.
kalan duyar mı kapıyı?
not:
ilk kez 16 ocak 2011'de
"açık hava"da yayımlanmıştır.
23 Eylül 2013 Pazartesi
girdap
richard serra için
boz haritalar. çıkmaz sokaklar. yalan yanlış yorumlar.
oldurulmamışlar. etin susturul(a)mayan böğürtüsü.
üstümüze sinmiş yangın kokusu.
nedir bu su. yani kimdir işte bu su.
kim kimin duvarı. ne zamandı ilk çarpma.
kılcallarda ark atlaması. şişen düğümler.
nasıl çıkılır kapandan.
yani nasıl boşal(tıl)ır kanla
dolu bu kâse.
girdap.
nefes al. ver. al. ver. hala yanıyor kaslar.
mevsim de kış ha!
girdap.
SON SÖZ :
gittikçe arsızlaşıyorlardı. kendimi
öldürerek onlara bir ders vermeye
karar verdim.
uygar asan
ilk yayımlandığı yer:
no edebiyat, sayı: 3, mart 2008;
küçük değişikliklere uğratılarak 16 ocak 2011'de
"açık hava"ya, şimdi de buraya alınmıştır
.
.
.
not:
serra'nın 'vortex'inin fotoğrafı internetten alınmıştır,
fotoğrafı çekeni ne yazık ki bulamadım;
haberdar olan uyarırsa sevinirim
.
.
.
17 Eylül 2013 Salı
entropi a
cut up / logos
a.
savaş sürüyor. sis soğuk. uykum yok. kazanmak benim umurumda mı.
bazen evet bazen hayır, 'kazanmak'tan ne kastedildiğine bağlı.
rüzgâr çatır. cesedim şurda burda.
1 tekila, ½ bira, bir tekila daha, sonra biranın kalanı.
her şey derinlerde gömülü diyen gelsin şimdi.
kural 1.
herkes şüphelidir.
kural 2.
biri ‘dün’ diye başlıyorsa lafa, kendini sakın.
a1.
mono logos 1:
yitmişsin de haberin yok.
b.
çaaat. elektrikler gidiyor. canlı sanki de, gidiyormuş. bir de ‘ler’ yani.
bereket şimdiki sigortalar otomatik. eskiden (kural 1) bazen gerekirdi de
bozuk para koyardım sigortanın dibine. malum, para elektrik geçirir.
paranın işkence aleti potansiyeli.
c.
part mı önemlidir feldman mı. tabii ki feldman. part gitsin allah'ının dibinde
otursun. benim allahım yok. iki şey için bu satırlarda o: alina bir,
britten için yaptığı iki.
yani sus sus nereye kadar.
c1.
mono logos 2:
n’oldu şimdi bunları dedin de.
ç.
her kapalı sistemde karışıklık zamanla artar,
termodinamiğin 2. yasası.
ç1.
duo logos 1:
A- onun öldüğüne sevindin mi?
B- evet.
A- benim için fark etmiyor, eskisi kadar yalnızım.
d.
yol kenarında piknik. çok sonra anladım neden ‘içi boş’un kullanılmadığını
filmde. içimde kalmasın bari şunu da söyleyeyim:
ya ben çok üzülüyorum stirner’in sonuna.
d1.
duo logos 2:
XX- yapısal zaaf işaretleri gördüm mekânda.
XY- hepimiz öyle.
e.
tekrarlanan yapıları severim, ama şimdi değiştiriyorum:
“satürn’ün bir uydusunda” iki dünyalı konuşuyor,
biri diyor ki diğerine, “geldiğin yer kadar kötüsün”.
SON SÖZ:
“bat dünya bat!”
uygar asan
2008
not:
ilk kez 9 ocak 2011 tarihinde
www.acikhava.blogspot.com
da yayımlandı.
15 Eylül 2013 Pazar
"kim hazlarını gizlemek ister ki?" *
("who wants to hide his pleasure? " ) *
1.
2.
* james joyce
foto / grafik:
uygar asan, 2013
14 Eylül 2013 Cumartesi
12 Eylül 2013 Perşembe
11 Eylül 2013 Çarşamba
fermuarlı öykü
öncesi var tabii ama fermuarın giysilerde ilk kullanılmaya başlandığı
yıl 1913. fermuar kritik!..
"çocukluğum çok güzel geçti" denir ya, sonra sonra inildikçe
çarpık örgütlenmiş bir karanlık çıkar; bastır, çarpıt, soldan geç,
ha-ha.
söylemeli, herkes az ya da çok piranesi'dir...
bünyenin 'çöküş' gibi algıladığı süreçler var. içinde kırılgan
bir zarifliği ve inanmak için kurulmuş acıklı bir ayrıntılandırmayı
barındıran. yeryüzünde hiçbir şey, bir çöküşün aynı anda taşıdığı
zarif ve acıklı ayrıntılandırmaları içinde aynı anda taşıyor olamaz.
ince bir çizikte kanın sessizce belirivermesi gibi.
kuyunun dibinde suyun bulunacağını umalım!..
1913 ilk kez iki şeyi aynı anda tutmanın yılı.
'ya o ya bu' değil' fermuar, 'hem o hem bu'nun bilinci o...
uygar asan
eylül 2013
9 Eylül 2013 Pazartesi
3 Eylül 2013 Salı
kum saati kumu yetiştirme sanatı
"iki insanın bir araya gelmesi aynı şekilde bir daha asla olamaz. zen'in çay töreni
o tekil anın altını çizer hep." sahaflık yaparken sattığım zen'le ilgili o kitaptan mıydı,
hatırlayamadım şimdi, herhangi bir yerde okumuş da olabilirim, belki bir filmden...
'nasıl?' sorusu yerine 'neden?' sorusuna eğilmek başka bir dünya çıkartır karşımıza,
kişilikler açısından da. 'nasıl?' yüzeye, 'neden?' içeriye gönderir, çoğunlukla. bir
böcekbilimci vardı şaşkın bakkal'da oturan, çekememiştim fotoğraflarını; 'neden?'.
konu değişiyor biliyorum ama, aklıma gelmişken bir daha yazayım: insan türünün
su üstünde durma çabasını hiçbir zaman anlamadım, şu yüzme dedikleri şeyi yani.
su orada, sen de kıyıdasın, şart mı şimdi içine girmen, içine girdin hadi şart mı üstünde
durmaya çalışarak o tuhaf debelenmeleri yaratman?
nerede geçiyordu, biri sinirlenip mekandaki sandalyeyi kırmıştı da
yan taraftaki biri sakince sormuştu: sandalye sana ne yaptı ki? bir kişi de tutup sormaz,
bakalım su seni istiyor mu? yok illa işgal edecek. dünya balık kaçışmıştır, o su
üstünde durup o acıklı hareketleri yapacak diye. zavallılar milyon yıldır alışmaya çalışıyorlardır
bu insan denilen formata suda. bu sandalye meselesi berbat bir diyalog gibi tınlamıştı
ilkin bende, şimdi öyle düşünmüyorum.
neyse.
kum saati yapan bir atölye vardı, adamın biri de kum saatleri için kum satıyordu atölyeye.
hep merak ederdim nerden getiriyor bu kadar ince kumu diye. pikabının, ne bileyim 50nc
kamyonunun arkasında kum saati kumu yüklenmiş ilerliyor işte. kum saati kumu satan
adam işin 'nasıl?' kısmındaysa, örneğin son çuvalı 50 nc'ye yükledikten sonra kamyonun
arka kapağını kapatmadan önce o son çuvala bir yumruk atabilir, atması muhtemel yani.
diyelim böyle oldu, ee n'oldu peki şimdi 'neden?'e?
zaman daralıyor...
zaman daralıyor...
kum saati kumu satıcısının sağ elinin üstü hafifçe kızarmış. kamyonu sürerken sadece
asfalta bakıyor, etraftaki kuma, tarlaya bakacak değil; alt yapı-üst yapı meselesi.
asfalta bakıyor, etraftaki kuma, tarlaya bakacak değil; alt yapı-üst yapı meselesi.
SON 1:
arnavutköy belediyesini aradım. 78m2 toprak kiralıyormuş belediye. 10 m2'si kazma,
kürek türü malzemeleri koymak için küçük bir depoymuş geriye kalır 68 m2. yıllarca
yaşadığım o bodrum katının yüzölçümü. geçmişten kaçılmıyormuş, ha-ha... kibar kibar
anlattı bunları telefondaki kadın. kibar insanları seviyorum, "ince ayrıntıları ezdiğinden
dolayı kaba olan her şeyin hayatın egemen örgütlenmesinden yana olduğu"nu
düşünüyorum; "bir durumcu sözlüğe önsöz".
neyse, toprak parçasının yıllığı 500 liraymış. 520 olsa haftalığı 10 lira yapar,
aylığı 40 lira. fena gelmedi bana, ayda 40 liraya deposuyla 78m2 toprak sahibi olmak.
ismimi yazdırdım, arayacak.
düşünüyorum; "bir durumcu sözlüğe önsöz".
neyse, toprak parçasının yıllığı 500 liraymış. 520 olsa haftalığı 10 lira yapar,
aylığı 40 lira. fena gelmedi bana, ayda 40 liraya deposuyla 78m2 toprak sahibi olmak.
ismimi yazdırdım, arayacak.
insan sadece kum saati kumu tarlası yapsa orayı yine mutlu olur.
hadi mutluluk büyük kelime, memnuniyet diyelim o zaman.
hadi mutluluk büyük kelime, memnuniyet diyelim o zaman.
üstelik de o son çuvala hiç ihtiyacım olmayacak...
SON 2:
borges'in öykülerinden birinde sanırım ibn-i sina'ydı bahsettiği bir-iki paragraf tutmaz
bir kısım vardı. ibn-i sina odasında çalışıyor, sonbahar. çocuk sesleri duyulmaya başlıyor
avludan. bir ara başını el yazmalarından kaldırıp pencereye doğru gidiyor. avluda çocuklar
bilmediği bir oyun oynuyorlar, bruegel olsa bilirdi. dalıyor ibn-i sina. rüzgar çıkıyor.
avluda kumlar havaya kalkıyor. kum saati kumu satıcısının en sevmediği şey rüzgar.
zaman, ne garip!..
SON 3:
"fenikelilerin başkalarını düşünen insanlar olduğu" doğru mu?..
uygar asan
eylül 2013
plati / yassıada I
fotoğraf:
uygar asan
25 ağustos 2013
not:
plati / yassıada 1947'den 1978’e kadar deniz kuvvetlerininmiş.
27 mayıs 1960 askeri darbesinden sonra deniz kuvvetlerinin yaptığı
bu spor salonu bir mahkeme salonuna dönüştürülmüş
ve demokrat partililer burada yargılanmış...
27 mayıs 1960 askeri darbesinden sonra deniz kuvvetlerinin yaptığı
bu spor salonu bir mahkeme salonuna dönüştürülmüş
ve demokrat partililer burada yargılanmış...
Etiketler:
27 mayıs 1960,
demokrat parti,
plati,
yassıada
1 Eylül 2013 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)