13 Mayıs 2010 Perşembe

"düğüm" cinema city film ve medya festivalinde...


"düğüm" sırbistan'ın novi sad şehrinde
her yıl 5-12 Haziran 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen cinema city film ve medya festivalinde.

festivalin yarışmalı üç ana bölümü bulunuyor; uluslararasi, ulusal ve düğüm’ün de yarışacağı “bütçesi 10.000 $’dan az olan işler” bölümü.

novi sad, uluslararası festivaller özelinde istanbul, ankara ve yeni delhi'den sonra "düğüm"ün dördüncü durağı...



sezgin cengiz (düğüm)


ayrintilar için:

http://eng.cinemacity.org/view_film.php?id=47&year=

http://eng.cinemacity.org/up-to-10000-bucks-selection-presents-16-films.393.htm


11 Mayıs 2010 Salı

sinema ve ece ayhan


“ Sinema çalışıyorum”. (1)

“ Ne yapayım sinema peşimi bırakmıyor”. (2)


a1.

yüz yıllık sinemayla üçbin yıllık şiir bir düğünde karşılaşsalar… andrei tarkovski’nin stalker’ı, alexander sokurov’un ana ve oğul’u, theo angelopulos’un ulyyses’in bakışı, robert bresson’un rasgele balthazar’ı…ne söyler şaire?

tersten gelelim: bakışsız bir kedi kara, dünyanın en güzel arabistanı, ait’siz kimlik kitabı,

ölü kitap, insan aşklarının külüdür, uzaklarla giyinmek…ne söyler sinemacıya?

birbirlerini dinleyeceklerinden bile kuşkudayım. yani ortada - sinemacıların daha çok kayıpta olduğu- ne yazık ki düğün falan yok. bütün bu söylediklerimi klasik müzik odağında her iki alan için de söyleyebiliriz. webern, varese, nono, xenakis, arel, cage, mimaroğlu, sinangil, usmanbaş ne söyler acaba sinemacılara ve şairlere.


a2.

şairin sinemaya gidişi söz konusu olunca türkiye’de yukarıdaki genellemenin dışına çıkan

üç büyük isim vardır: izzet yasar, mustafa ırgat ve ece ayhan. ilk iki şairin birer sinema kitabı da vardır.

anlaşılacağı üzere kişinin arada bir şiir okuması ya da sinemaya gitmesi değil; etkilenmek, üzerine şiir(ler), yazılar, kitaplar yazmak, filmler çekmektir kastedilen.


b1.

ece ayhan, sinema konusunda bir kitabı olmasa da baştan beri sinema üzerine çok

ciddi düşünen bir şairdir. yeni sinema dergilerinde, denemelerini topladığı kitaplarında

ve günlüklerinde bunun izini sürmek oldukça kolay.

peki, ne tür bir sinema anlayışından bahsediyoruz ece ayhan deyince. ilk anda soruyu şöyle yanıtlamak mümkün: bireyi bütün çıplaklığıyla yakalayan, onu diğerleriyle ve devletle çarpıştıran, etik ve tarihe sokulan sinemadır ece ayhan’ın ilgilendiği.

tıpkı şiirinde peşine düştüğü gibi.

b2.

ece ayhan’ın sinema yazılarının en eskileri sonradan denemelerine de alınan “yeni sinema”

dergisinde yayımladığı yazılar. yazıların başlıkları bile bir fikir verebilir bize: ”nazım hikmet ve sinema”, “sinema ve şiir”, “simurg” (hisar kısa film şenliği zamanında yazdığı bu yazıdan kısa film(ci)leri de yakından takip ettiği anlaşılıyor. dönemin kısa filmcilerini simurg’a benzetmiş denemesinde ayhan. sahi o otuz kuştan kaf dağına kim(ler) varabildi…),

“türk sineması üzerine soruşturma” .(3)

bu yazıların yanı sıra denemeleri ve söyleşilerinde ece ayhan’ın sinemayı ne denli yakından takip ettiğini gözlemlemek mümkün.

ece ayhan özellikle fransız sinemasını (jean vigo- özellikle “hal ve gidiş sıfır” ,

j.l. godard, truffaut…)(4), gerçeküstücü sinemacı bunuel’i , italyan sinemasını (bertolucci, visconti, de sica, pasolini, fellini) iyi bilmektedir. tarkovski de bu listeye eklemeli şüphesiz.

ece ayhan’ın bu ilgisi bir dönemle de kısıtlı kalmamıştır. bu anlamda yakın dönemden örneğin jim jarmush ismini özellikle anmalı. gülin tokat’ın ece ayhan’la yaptığı, “sıkı sinema, sıkı şiir” başlıklı söyleşi de şöyle diyor ece ayhan: “Jim Jarmush’un Türk sinemasında bir karşılığı olsun isterdim. Öyle filmler çekmek için pek büyük paralar da gerekmiyor”.

ece ayhan, aynı söyleşide türk sinemasındaki karekter sorunundan, sıkı sinemanın taşıması gereken çift anlamlılığından da bahsetmektedir. (5)

ece ayhan’ın üzerinde özellikle durduğu nitelemelerden biri olan “sivil şiir”, yine bir başka sinemacı olan p.p.pasolini’nin roma’daki sinema okulunda verdiği derslerde ilk kez kullanılmıştır.(6)


c.

son olarak şu soru sorulmalıdır: ece ayhan şiiri denilince bu şiire sinemadan esinler, geçişler, izler, aktarımlar gerçekleşmiş midir ?

“ Marsilya ( Bana Marsilya’da artık tavla da oynanıyor gibime geliyor. Ermeniler)

Akdenizin batısında bir Marsilya limanlığı. Kale.( Hekim, hastabakıcı, hemşire de.).

Arthur Rimbaud’nun ( onaltı yaşında, üç demiryolcu tarafından ırzına geçilmiştir ) Afrika’da, Etiyopya’da yükseklerde dağlarda davul gibi şişen sol bacağını kökünden kesmişlerdir. Ateşler içinde yatıyor “……

yukarıdaki parça ece ayhan’ın “morötesi requiem” inin (7) hemen açılışındadır. çabucak görülecektir ki burada genel planlardan ayrıntı planlara, geri dönüşlere (flashback) kadar uyguladığı yöntem açıkça sinemadır.

ya da plan plan akan şu dizeler:

”Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam / çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş / tüllere sarılı mor bir karadağ tabancasıyla / zakkum fotoğrafları varmış Cezayir menekşeleri camekanda” (8)

ya da tam bir kısa film olan şu şiir :

İki keşiş; külleri karıştırıyorlardı: Avluda dikelmiş duran çocuğa bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlardı :

- Saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır!

Baş keşiş:

- Geceyi birlikte geçirelim, diyor.

Çocuk şaşırmış, kekeliyor.

Baş keşiş ona altın bir cep saati armağan etmek istiyor.

Çocuk:

-Olmaz diyor ve o gece hiç uyumuyor.

Ertesi sabah avluda rastladığı bir keşiş ona:

-Saatin kaç? Olduğunu soruyor. (9)

yukarıdaki örneklere rağmen sinemanın ece ayhan şiirine etkisi konusunda genelleyici bir cümleye varmak konusunda acele etmemek kanısındayım. bu aktarımın yer yerliği dikkat çekicidir çünkü.

ece ayhan şiirinde imge ve bu imgenin farklı bir yaratıcılıkla sık sık bir ikinci imgeyle birleşip katlanışı ve bu katlanmış imgenin yarattığı ritim ve ses gözden kaçırılmamalıdır.

ece ayhan şiirinde katlanmış imgelerin ritmi ve sesi söz konusu olunca da bu şiirde yakalanabilecek görsellikler yerini daha çok müziğin ön plana çıkacağı bir zemine bırakacaktır. özellikle de alban berg ve anton webern’e.

bu da başka bir yazı konusudur.


uygar asan, 2006


(1). 7 0cak 1969, “ Hoşçakal ”, İlhan Berk’e mektuplar, Y.K.Y.

(2). 26 Ocak 1969, “ Hoşçakal ”, İlhan Berk’e mektuplar, Y.K.Y.

(3). Toplu olarak ilkin 1984 yılında “Yalnız Kardeşçe” adlı kitabına alınan bu denemelerine “Türk Sinema Tarihi”, Şairin Bir Altın Çağı, Y.K.Y., 1993, s.91,

“Türk Filmleri Sözlüğü”, Şairin Bir Altın Çağı, Y.K.Y., 1993, s.94,

“Yılmaz Güney Kitabı”, Şairin Bir Altın Çağı, Y.K.Y., 1993, s.96,

“Luchino Visconti”, Şairin Bir Altın Çağı, Y.K.Y., 1993, s.99,

”Naki Turan Tekinsav’la Söyleşi”, Şairin Bir Altın Çağı, Y.K.Y., 1993, s.280 ’

gibi deneme ve söyleşiler de eklenebilir.

(4).1994 yılında Niyazi Zorlu’nun yaptığı bir söyleşide Ece Ayhan, İkinci Yeni’nin bu Visconti’yi de ekleyerek bu isimlerden de çıktığını söyleyecektir.

Sivil Denemeler Kara, Y.K.Y., 1998, s.10

(5). Aynalı Denemeler, Y.K.Y., 1995, s.22

(6). Sivil Denemeler Kara, Y.K.Y., 1998, s.33

(7). Mor Ötesi Requiem, Y.K.Y.,1997, s.6

(8). Kınar Hanımın Denizleri, “Fayton” şiiri, 1959, Yeni a yayınevi

(9).Zambaklı Padişah, “(BALABAN ONU BESLEMEDEN ÖNCEDİR).” şiiri

1981, Tan yayınları


( yukarıdaki yazı, POeLİTİKA, Ece Ayhan, kitabında yayımlanmıştır.

Hazırlayan: Eren Barış, Ortadünya yayıncılık, ekim 2007 Ankara)



10 Mayıs 2010 Pazartesi

1995'den iki yazı


kısa film: sağ kalma alanımız

uygar asan


Julio Cortazar öykü ve romanı bir yazısında boksa benzetmişti.

Roman diyordu, puan ala ala kazanır, öykü nakavt etmek zorundadır.

Sinemaya taşıyorum bu benzetmeyi: Uzun metraj puan ala ala kazanır,

KISA FİLM NAKAVT ETMEK ZORUNDADIR.

Genelde sanat, özelde sinema ve giderek kısa film sağ kalma alanımız.

Yaşamın anlamı buradan (tam içinden) kurulacak cümlelerle yakalanacaktır.

Sinema dilini kurmak için bir alıştırma alanı değildir kısa film.

İnsanlara doksan dakika anlatacak bir şeyi olanları (herkesi değil!)

saygıyla selamlayacağız. Ama biz sözümüzü hemen ve kısaca (yoğunluğuyla)

söyleyeceğiz.

Siz Pazar yerinde dibinden geçtiğimiz, siz aynı otobüste yolculuk yaptığımız,

gerçekte gidecek yeri olmayan ve sürükleyip duran sinirden şişmiş damarlarını;

Ece Ayhan’dan yola çıkarak söylüyorum: Babalar, babalıktan çekilmeyi

hiçbir zaman kabul etmediler. Bize düşen evlatlıktan çekilmektir.

Evlatların evlatlıktan çekilme alanıdır kısa film. Oluş’tur sığınmayı reddederek.

Şunu söylemişti bir yerlerde Stendhal: “Güç kanın sıkıştığı yerdedir”.

(yayımlandığı yer: Antrakt Dergisi, “Kısa Film” adlı ek dergi, Ekim 1995, Sayı: 1)






ŞİİR-KISA FİLM

İKİNCİ DENEME

Uygar Asan


Çok değildir ama yine de rastlanılır şu başlıklara: Şiirsel sinema; Şairler ve sinema.

Ne yazık ki bunlarda konusunu didik didik eden oylumda değiller, en azından

Türkçe’de. Bir yöntem araştırması için şiire yaklaşma (kısa film odaklı) ise hiç söz konusu edilmedi galiba.

Kısa film dergisinin ilk sayısında yayımladığım ilk yazımda şunu söylemiştim:

Kısa film nakavt etmek zorundadır.

Yöntem araştırması adına şiire bakıp ikinci bir cümle kurmaya çalışacağım

burada (Özellikle kısa şiire yönelerek).

Bilinir kısa şiir yazmak zordur (her has sanat yapıtı içinde söylenebilir bu,

ama merceğin altında kısa şiir var şimdi)

Burada seçtiğim örnekleri kısalığı ile zıt bir derinlikte olanlar.

Civa yoğunluğunda ve şiir adına coşku verici olanlar.


(1715-17839 Yılları arasında yaşamış olan Japon şair Tanuguçi Buson’dan

ilk örneğimiz.

ÜRPERME

Birden bir ürperme

odamda ölmüş karımın

ayağıma takılan tarağı


Bir başka örnek (1888-19709 Yılları arası yaşamış Guiseppe Ungaretti’den

SONRASIZ

Biri koparılmış öbürü verilmiş iki çiçek

arasındaki

o anlatılmaz hiçlik


Ve son örneğimiz 1914 doğumlu İlhan Berk’ten

AĞIZ

Kan içindeydim, ağzım ordaydı.


Onlarca imgeyi, öyküyü ardında saklayan şiirler bunlar. İlhan Berk günlüğünde şunu yazıyor: Ses şiiri üstünde çalışıyorum yine. Bu sabah iki dize attım. Böylece atılan dizeler dört oldu. Ses tamamdır. (Berk, kısa şiir için söylememiş sadece bunu, genel şiir anlayışı bu.) Şiirde ritmin, yoğunluğun oluşturulması için kaçınılmaz uğraş. Ulaşılan sonuç altın bir denge, bir kelimenin atılması ya da değiştirilmesi şiirin yalpalaması olacak. İşte kısa filme taşınılması gereken bu yöntem olacak. İlhan Berk’in işaret ettiği anlamda.

Gevşeklikten uzak ritmi oturmuş, kısaca sıkı örülmüş bir sinema. Eksiltilerek oluşturulmuş bir yaratı. Yoğun fazlalıksız, nakavt eden. Şimdi ikinci cümlem:

Kısa film eksiltilerek yaratılır. Ve bu bir matematik işlemi değildir.

(yayımlandığı yer: Antrakt Dergisi, “Kısa Film” adlı ek dergi, Kasım 1995, Sayı: 2)



not:

yukarıdaki iki yazı, 7 subat 1995 yılında yayımladığım "tarkovski'den kalan" adlı ve tarkovski'nin "zaman zaman içinde" adlı kasım 1994 yılında ilk kez türkçeye çevrilen kitabı üzerine yazıp yayımladığım yazıyla birlikte benim ilk sinema yazılarımdan (belki ileride onu da bu bloga alırım).

ayrıca “Kısa Film”in birinci sayısında benim ilker canikligil ile onun kısa filmi “ağaç” dolayısıyla yaptığım ve başka konulara da uzanan bir söyleşim yayımlanmıştı. kafamdaki ikinci ismin nur akalın olduğunu hatırlıyorum. ne yazık ki “Kısa Fim” adlı ek dergi kısa ömürlü oldu ve ben söyleşiyi yapamadan kapandı.

yukarıdaki iki yazıya ek olarak bu serinin bir üçüncü yazısı daha vardı, üçüncü sayı için orjinalini artun’a teslim etmiştim, o günlerde antrakt dergisinin bürosunda kayboldu, bende de herhangi bir kopyası yoktu yazının. şimdi ne yazmış olduğumu kabaca bile hatırlamıyorum.

bu iki yazıyı kendi bireysel tarihime işaret etmesi anlamında önemsedim ve yazılardaki imla hatalarına bile dokunmadan yayımlandıkları şekilde buraya almak istedim.