22 Aralık 2014 Pazartesi












şimdi(de)(n), nod yayınları, mayıs 2014.

kitabın kapak resmini buraya almadığımı yeni farkettim.
2015e girmeden yapayım dedim:

http://nodyayinlari.blogspot.com.tr









3 Aralık 2014 Çarşamba







Füsun Onur’un Poetikasına Giriş: Aynadan İçeri





Giriş.
Tül ve konkav/konveks aynalar karşılıyor bizi girişte. Bir büyüye davet ediliyoruz, başrolde rüzgarın alıp götürdüğü zamanın olduğu yeni gözlere çağrılıyoruz . Hemen girişte yerde tüle ve aynalara köşe yapacak şekilde bir soru işareti var, 1971’den, yelken beziyle yapılmış ve bir pompayla bir an şişip sonra geri çekiliyor. Soru artık şimdi ve burada.

İleride soldaki duvarda 1965 ve 66’dan üzeri camla kaplanmış sağ en alttaki hariç hepsi dikey asılmış 50 eskiz bekliyor bizi. Eskizler hemen solundaki 2008 tarihli “Buradaydı” ile Arter’in L yapan mimarisinde hemen karşıya yerleştirilmiş olan ve ağırlıklı olarak 1970’lerden ve şimdi bu sergi için yeniden üretilmiş ahşap heykeller ile 1995 tarihli o nefis “Orient’te Buluşalım”la bakışıyorlar.


1. Kat.

Şiirselliğin ağırlığını koyduğu kattayız. Tam karşımızda üzeri tüllerle kaplı olan 1991 tarihli “Herhangi Bir İskemle” var. Sola dönünce 1981 tarihinden ama yine “Aynadan İçeri” sergisi için yeniden üretilmiş ve kendini hemen belli ediveren “Resimde Üçüncü Boyut / İçeri Gel” adlı bizi mavi bir uykuya çağıran işi dikiliveriyor karşımıza Onur’un. Tüllü sandalyelerin sağındaki duvarda 8 saatlik videoda çocukluğun pembe şişme botları salınıp duruyor boğazın sularında. L salondaki videonun karşısında Füsün Onur’un iki çarpıcı işi daha duruyor: İlki  2010 yılından bir ahşap yerleştirme: “Fısıltı”, ikincisi bizi İstanbul büyüsüne davet eden 1994 tarihli “İstanbul Takıntısı”.






2. Kat.
İkinci kata sesini veren, Onur’un 2011 tarihli demir ve tül yerleştirmesi “Sessizlik”tir. O sessizlikte sehpa üzerinde duran plastik bir bebekten kalan bir çift ayağın, az ilerisinde o loş köşedeki koltuğun, çapraz berisindeki “müzikli koltuk”un, yarı açık kapağıyla zamanı ve büyülü çocukluğu getiren, insanda kurcalama, koklama isteği uyandıran eşyalı, oyuncaklı, giysili o çocukluk dolabının sesini duyacaksınız. Kapılar gıcırdar, sessiz olun, yakalanacaksınız.

Yine aynı katta,  Onur’un 1971-73 arası gerçekleştirdiği ve Paris Bienali’ne de katıldığı, bu sergi için yeniden yaptığı giriş kattaki ahşap heykellerin örneğin 1984 tarihli “Firuze Bilezikli Kız”a bağlandığını da göreceksiniz.
Ayrıca bu katta ışığın da nefis kullanıldığı üç çarpıcı iş daha bekliyor bizi. İlki tek başına karanlık bir odada kurulmuş olan 1994 tarihli “Bir Çocuğun Gözüyle Savaş”; ikincisi 1990’dan ve 7 parçadan oluşan “Zaman İkonları” ve üçüncü olarak da 2009-12 yıllarını kapsayan ışık ve gölgenin iyice öne çıkartılarak kurulduğu bir balad: “Tekir’e Ağıt”.

Ve bu kat için son olarak ve özellikle eklemeli: Füsun Onur’un bu kattaki 1981 tarihli pleksiglas üzeri kolajlı yerleştirmesi “Kaldırım Kenarında Su” bir şiirdir.









3. Kat.
Son katta bizi bir mavilik beklemektedir. Gökyüzü ve Deniz karışmıştır burada, parçalı tek bir iş bekliyor bizi. 2014 yılında tekrar yapılan 1984 yılından “Çiçekli Kontrpuan”. Gökyüzüne ve denize rağmen naylonun ve taşların ve taşlara bağlanmış kurumuş ağaçların, çalıların evrenindeyiz. Tümüyle haklı bir karamsarlık bu kanımca.
Füsün Onur’un zaman algısı lineer değildir kesinlikle. Anımsamalarla örülmüş zikzaklı, gitgelli, duygulanımların ağırlığını koyduğu, aniden bir rüzgarın çıkıverdiği, mekaniğin merkezde olmadığı bir zaman algısı bu. Füsun Onur özelinde Bergson yeniden düşünülmeli. Kendine ait zamanını getiren bir çocukluk zemini onunkisi. Onur bizi izini en çok çocuklukta ve şiirde bulduğumuz büyü yüklü, uçuşan, akan, takılıp kalan, sessiz, kendine has zihinsel ilmekleri olan tümden saf bir algıya çağırıyor. Füsün Onur’un işleri bu ülkede eşine az rastladığımız bir şiirsellik taşıyor.
Ve eklemeli: Füsun Onur işlerinin Lewis Caroll’la ilişkisi tek başına bir yazı konusu.





2014’ün en özel sergilerinden (Aynadan İçeri, 28 Mayıs - 17 Ağustos 2014, Arter)  biriyle bizi buluşturdakları için başta Füsun Onur’a olmak üzere Emre Baykal’a teşekkürlerimle…




fotoğraflar:  
ağustos başı 2014 (u.a.)



İlk yayımlandığı yer:
Cin Ayşe Fanzin
Sayı: 12
Güz 2014







17 Kasım 2014 Pazartesi







a t t i l a   j ó z s e f

























fotoğraflar:
uygar asan
 2014, budapeşte








1 Kasım 2014 Cumartesi







yeşil karıncaların düş gördüğü yer   *


batılı bir şirket avustralya'ya yanlış hatırlamıyorsam 
bir maden arama işi için gelir ya da belki bir havaalanı inşaatıydı…
ihaleyi almışlardır ve tüm anlaşmalar imzalanmıştır.
işe başladıklarında yörenin yerlilerinin tepkisiyle karşılaşırlar. 
uzun süre kavrayamazlar tepkinin sebebini. sonra sonra anlaşılır durum: 
maden arayacakları o bölgede yeşil karıncalar düş görmektedir. yerliler 
onların rahatsız olacaklarını ve artık düş gör(e)meyeceklerini düşünmektedirler…






*
werner herzog'un filmi, 1984








18 Ekim 2014 Cumartesi

11 Ekim 2014 Cumartesi





" werner herzog of walking in ice"


                                                                                                        kobanê için



1978 yılında delft kentinde kaleme aldığı önsözde herzog  
1974 yılının kasım ayının sonlarına doğru paris’deki bir 
arkadaşından bir telefon aldığını yazıyor, 
arkadaşı ortak dostları lotte eisner’in hastaneye 
kaldırıldığını, durumunun çok ağır olduğunu 
ve yakında onu kaybedebileceklerini söyler.

"olamaz!″ diye cevap verir telefonda herzog
″müsaade edemeyiz ölmesine!.." 

hemen ertesi sabah ceketini alır ve yol için hazırladığı sırt  
çantasını sırtına geçirip yeni ve sağlam olduğunu söylediği botlarını da 
ayağına çekerek münih’teki evinden yola çıkar, 
paris’e kadar yürüyecektir. 
herzog’a göre onun yolda olduğunu ve kendisine doğru geldiğini düşünen 
lotte ölmeyecektir, öl(e)mez!..

yürüyüşü 1 aya yakın sürer herzog’un ve herzog dostunun 
paris’te yattığı hastaneye vardığında lotte yaşıyordur!...





not:

“werner herzog of walking in ice” (tanam press, 1980) kitabını 
karıştırırken birden bu durumu bir yerlerden hatırladığımı düşünmeye başladım,
çok tanıdıktı mesele. oruç aruoba'dan okumuş olabilir miydim ilkin! 
've sinema..' dergilerini karıştırdım, yok. kitaplarına bakındım yok, yok. 
sonra birden tam ben karıştırdım galiba diyecekken 'yakın'ın sayfalarından 
birinde karşıma çıkıverdi; evet oruç aruoba'ymış ilk aktaran, 1997. 'yakın' kitabındaki 
satırları okurken üzerimde bıraktığı izin derinliği beliriverdi. 
kendisine teşekkürlerimle..


u.a.